Zekâsıyla Yalnız Kalan Bir Mühendis

 


Bir İş Hikâyesi: Zekâsıyla Yalnız Kalan Bir Mühendis



İK uzmanı olarak çalıştığım yıllarda tanıdığım insanlar arasında, bazıları zihnimde iz bırakır. Bugün bahsedeceğim kişi de onlardan biri.

Onunla ilk tanıştığımda, tekstil sektöründe çalışan bir mühendisti. Ama sıradan bir mühendis değil… Ortalamanın çok üzerinde bir zekâya, hızlı kavrama yeteneğine ve çözüm üretme becerisine sahipti. Çoğu kişinin saatlerce uğraştığı şeyleri o dakikalar içinde çözerdi.


Aslında bu özellikler bir insanın işini kolaylaştırması gerekir, değil mi? Ama onun hikâyesinde durum tam tersi oldu.


Aile şirketinde çalışıyordu. Ve bu, dışarıdan bakıldığında “rahat” gibi görünse de içeride bambaşka bir yük bindiriyordu onun omuzlarına. Herkesin beklentisi ondan yüksekti. “O yapar”, “O çözer”, “O halleder” cümleleri onun için günlük normal cümlelerdi. Yüksek potansiyeli, yüksek beklentiyi beraberinde getirmişti.


Ben ise o dönemde İnsan Kaynakları uzmanıydım. Aslında çalışanı korumak, desteklemek, işini kolaylaştırmak için oradaydım… Ama onun gözünde ben “karşı taraf”tım.

Kuralları uygulayan, performansı takip eden, yönetimin taleplerini ileten kişi… Belki de ona göre stresinin yansıdığı bir yüzdüm. Zaman zaman buna kırıldığım oldu, çünkü niyetim hep desteklemekti. Ama bugün geriye dönüp baktığımda, onun arada kalmışlığını çok daha iyi anlıyorum.


Zekâsı onu farklılaştırmıştı, ama o fark onu yalnızlaştırmıştı.

Aile şirketi baskısı, yüksek beklenti, tükenmişlik, kendini anlatamamak… Birbirine eklenen küçük taşlar gibi birikti içinde.


Bu hikâyeyi yıllar sonra yazmamın nedeni şu:

İş hayatında çok zeki insanların bile zorlanabileceğini, hatta bazen en çok onların zorlandığını hatırlatmak istedim. Her parlak zihin, her güçlü görünen insan, aslında en az diğerleri kadar destek bekliyor.


Ve belki de o zaman anlamamış olsa bile, ben onun için hep “çalışanı korumaya çalışan İK tarafı” oldum. Bugün olsa yine aynı şekilde yanında dururdum. 


Bir gün odama geldiğinde yüzündeki yorgunluk artık saklanamayacak kadar belirgindi.

Sandalye çekip oturdu, bir süre hiçbir şey söylemedi.

Sanki kelimeler boğazına düğümlenmişti.


Sonra bana dönüp sadece şunu söyledi:


“Bana her geldiğimde ben çok ağır geçiriyorum… Burası bana bir şey katmıyor, sadece benden alıyor.”


O an duraksadım.

Çünkü bu cümle, bir çalışanın en kırılma noktasını gösteren cümledir:

Kendini tüketilmiş hissetmek.


Onu dinlerken fark ettim ki sorun yaptığı iş değildi; sorun, ondan sürekli daha fazlasının beklenmesi, katkısının görülmemesi ve en önemlisi, kimsenin onun da bir insan olduğunu hatırlamamasıydı.


Aile şirketinde çalışmak onu iki kat fazla yoruyordu.

Çünkü işe, becerisine, zekâsına yüklenen beklenti; aileye yüklenen sorumlulukla birleşince, nefes alacak yeri kalmamıştı.


Ben de İK olarak onu korumaya çalıştıkça o beni “karşı taraf” gibi algılıyordu.

O gün ilk kez, içindeki gerçek yorgunluğu bu kadar net duydum.


Bir yandan onu anlamaya çalışırken, diğer yandan mesleki olarak ne kadar sınırlı olduğumu hissettim. Çünkü bazı çalışanlar sadece iş ile ilgili bir destek istemez…

Bazen bir insan; görülmek, anlaşılmak, yükünü paylaşmak ister.


Ve belki o zaman fark etmedi ama o cümle benim için çok şey ifade etti.

Bir insanın parladığı kadar kırılabileceğini, zekâsı kadar hassas olabileceğini hatırlattı bana.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sessiz Rotam

Film Önerisi: Başka Yolu Yok (No Other Choice)